Erdoğan’ın Eski-Yeni Ekonomi Modelinde küresel güçler ve yerli iş birlikçileri

2002 yılı öncesinde ülke ekonomisinde yaşanan sıkıntılar halkın refah seviyesine de son derece olumsuz bir şekilde yansıyordu.

Öğretmenlerin bile neredeyse tamamına yakınının pazarlarda limon satmak, inşaatlarda amelelik yapmak gibi birçok ek iş ile uğraşmak zorunda olduğu bir dönemden bahsediyoruz.

Bu dönemde Erdoğan iktidarının ilk ve en önemli gündemi halkın refah seviyesini artırmaktı.

Tüm ekonomi yönetimini bu konu üzerine yoğunlaştırmıştı.

Düşük faiz politikasının yanında, düşük kur ve düşük enflasyon bu hedeflerin tutturulmasında en önemli finansal enstrümanlardı.

Bu üç kalemle aynı anda mücadele edilmesi gerekiyordu.

Bunun için birinci öncelik faiz oranlarının düşürülmesiydi.

Erdoğan’ın asla taviz vermediği birkaç konu sayın derseniz, yüksek faiz oranlarını bunların en üst sırasında rahatlıkla sayabiliriz. Çünkü Erdoğan’a ve aslında tüm ekonomistlere göre üretim ve istihdamın artmasının önündeki en büyük engel yüksek faizlerdir. Bunun içindir ki çetin bir mücadeleyle 2002 yılında %51’lerde olan faiz oranları hızlı bir şekilde düşerek 2013 yılında %7,5’lara kadar inmiştir. Bu da hedeflerin büyük ölçüde tutturulduğunu gösteriyordu. Bu durum halkın refah seviyesinin artmasında önemli bir etken olmuştur.

Aşağıdaki grafikte 2002-2020 yılları arası faiz oranlarını görebilirsiniz. Özellikle 2013 yılına dikkat etmenizi istiyorum. Bu dönem hain Gezi Ayaklanmasının başladığı döneme denk gelmektedir. Faiz oranlarının dip yaptığı ve IMF borcunun sıfırladığı günlerde dış güçlerin ilk müdahalesi hain gezi ayaklanmalarıyla başlamıştı.

Diğer taraftan halkın refah seviyesiyle -bana göre faizden daha direkt ilişkili olan döviz kurlarının seviyesi olayı söz konusudur.

Döviz kurlarının düşüklüğü direkt olarak halkın refah seviyesiyle orantılıdır. Buna hiç şüphe yok ki döviz kurlarındaki her artış bireylerin satın alma gücündeki azalış demektir. Dolayısıyla bu dönemlerde amaç halkın refah düzeyini artırmaksa döviz kurlarının da düşük kalması gerekiyordu. Nitekim 2002 yılında 1,5 TL olan USD kuru, 2013 yılında sadece 1,90 TL’ye kadar yükselmiş ve bu sınırlı yükseliş oranı da halkın refah düzeyinde önemli bir artışa neden olmuştur.

Günümüzde 18,30’lara ulaşan USD kuru doğal olarak ekonomik anlamda bireylerin satın alma gücündeki sert düşüşün diğer bir göstergesidir.

Aşağıdaki grafikte Dolar/TL artışını görebilirsiniz.

Enflasyonun düşürülmesi konusunda da çok önemli adımlar atılmıştır.

2002 de %30 ’lar civarında olan enflasyonun 2013 yılında %7’lere düşmesi halkın refah düzeyinin artmasına da vesile olmuş oldu.

Aşağıdaki grafikte ise 2002-2021 yılları arasındaki enflasyon oranlarını görebilirsiniz. (Hain 15 Temmuz devleti işgal girişiminden sonraki ani yükselen enflasyona dikkatinizi çekmek istiyorum.

Bu konuda gelen yoğun eleştiriler ise ülke ekonomisinin sıcak paraya dayalı bir büyüme gösterdiği, üretim ve ihracata dayalı bir ekonomik büyüme olmamasının zararlı sonuçlarının bugün ortaya çıkmış olduğu yönünde.

Bu konu aslına başlı başına bir yazı konusu yapılmalı diye düşünüyorum.

Yaratılan bu algının önemli bir kısmının ise yanlış olduğu kanaatindeyim. Çünkü pandemi sürecinden önce başta ABD ve AB ülkeleri olmak üzere birçok gelişmiş ülkede de ÇİN faktöründen dolayı aynı sıkıntıların yaşandığını söylemek gerekir.

Özetlersek;

2002 yılında %51’ler seviyesinde olan faiz oranları hızlı bir şekilde düşerek 2013 yılında %7.5’lara, 2002 yılında 1,5 TL olan USD kuru 2013 yılında sadece 1,90 TL’ye, 2002 de %30’lar civarında olan enflasyonun 2013 yılında %7’lere düşmesi halkın refah düzeyinin artmasına da vesile olmuş oldu.

Bunu da aşağıdaki grafikte rahatlıkla görebiliyoruz.

Bu tabloda Erdoğan’ın iktidara geldiği 2002 yılından 2020 yılına kadar olan süreçte kişi başına düşen Gayri Safi Yurtiçi Hasılanın değişim grafiğini görebilirsiniz.

Bu grafikte de görülebileceği gibi Erdoğan hükümeti iktidarının ilk gününden itibaren dengeli bir kur-faiz-enflasyon dengesi uygulamış ve halkın refah seviyesinde hızlı bir artış sağlamıştır.

İktidara geldiğinde 3.688 USD olan kişi başı GSYİH, 2013 yılında yaklaşık 3,5 kat artarak 12.614 USD seviyesine gelmiştir. Bu da vatandaşların refah seviyesindeki artışın bir göstergesidir.

Grafikte birkaç kritik noktaya temas etmek istiyorum. Dünya Bankası’nın sitesinden aldığım bu grafikte 2002 yılından 2013 yılına kadar ülkenin refah seviyesindeki artış hızına ve 2013 yılından sonra yaşanan sert düşüşlere dikkat çekmek istiyorum.

Nitekim 2013 yılına kadar yaşanan bu ekonomik gelişme küresel sömürü şebekelerinin dikkatini çekti.

Çünkü ülkemizin gelişmesi sadece onların izin verdiği ölçekte olmalıydı.

“Türkiye ne zaman solarsa sulayın ne zaman uzarsa budayın.” Diyen küresel güçler derhal saldırıya geçtiler.

2013 yılı ülkemize küresel dış güçlerin ekonomik operasyonlarının net olarak görüldüğü yıl olarak bilinmelidir.

2013 yılı küresel güçlerin en önemli sömürü kuruluşu olan IMF ile ilişkilerimizin koparıldığı bir dönem olmuştur.

Yine bu dönem özellikle ekonomik ve siyasal anlamda milli çıkarlarımız doğrultusunda bağımsız politikaların uygulanmaya konulduğu bir yıl olmuştur.

Yine bu dönemde küresel çetelerin ekonomik ve siyasal alandaki emellerine saha uygulayıcısı olma boyunduruğundan kurtulma sürecinde önemli adımlar atılmıştır.

Küresel sömürü şebekelerinin ekonomik ve siyasal boyunduruğundan kurtulma hamleleri, o küresel güçlerin içimizdeki işbirlikçilerini de harekete geçirdi.

2013 yılının mayıs ayında, hain Gezi Ayaklanmasıyla ilk adımı atılan ve geri püskürtülen bu saldırıları, 17-25 Aralık 2013 tarihinde yine aynı odakların talimatıyla FETÖCÜ hainlerin saldırıları aldı. Halkın feraseti ve Erdoğan’ın dirayetiyle bu saldırılarda geri püskürtülmüştü.

Ardından başta uluslararası derecelendirme kuruluşları ve kredi veren kuruluşlar olmak üzere birçok kurum ve kuruluş tüm imkanlarıyla ekonomik saldırılara devam etti.

Ardından 15 Temmuz…

Küresel güçlerin tüm bu ekonomik, siyasal ve finansal saldırıların önemli bir kısmını yerli işbirlikçileriyle yapması da son derece düşündürücü olsa gerek.

Hatta bu konuda daha da ileri gitmek istiyorum.

Küresel güçlerin ekonomimize olan saldırılarında en önemli yandaşlarından birinin de Erdoğan hükümetlerinde 10 yıldan fazla, bakan seviyesinde görev yapan ve günümüzde muhalif olan bir kişi olduğunu söylemeden de geçemeyeceğim.

Nitekim bu kişi medyaya verdiği bir demeçte AK Parti ile olan gönül bağının 2013 yılında koptuğunu bizzat ifade etmiştir.

2013 yılı.

Ne kadar ilginç değil mi?

Şunu da ekleyeyim bari.

Bu kişi Bilderberg toplantılarına da katılmıştır.

Erdoğan hükümetlerinin 2013 yılına kadar uyguladığı dengeli kur-faiz-enflasyon politikası meyvelerini vermiş ve halkın refah seviyesinin yükseltilmesini sağlamıştır.

Ancak burada da bir konuya dikkat çekmek istiyorum.

Dengeli kur-faiz-enflasyon politikalarını uygulamak için küresel finansal güçlerle, onların kurum ve kuruluşlarıyla uyumlu bir şekilde çalışmak zorundasınız. Bu da yeterli olmaz, onların dünyadaki emellerine hizmet etmeli ve verilen direktifleri aynı ile yerine getirmelisiniz.

Aksi durumda ellerindeki tüm ekonomik, finansal, sözde insan hakları dernekleri, derecelendirme kuruluşları, özel fonlar, yatırım fonları gibi kurum ve kuruluşlarla bir anda üzerinize çullanırlar ve çok kısa sürede yüksek kur, yüksek faiz, düşük kredi derecelendirme notları ve yüksek CDS (Kredi Risk Primi)’lerle karşı karşıya gelirsiniz.

Bu da ekonominizin kısa sürede yerle yeksan olmasına neden olur. Enflasyon artar, kurlar yükselir, CDS(Kredi Risk Primi)’ler tavan yapar, yabancı yatırımcılar ülkeye uğramaz, halkın satın alma gücü hızla düşer.

Aslında küresel güçlerin ekonomik saldırı yapacağı ülkelerde sadece ülkenin kredi notunu düşürmesi ve CDS(Kredi Risk Primi)’leri yükseltmesi yeterli olacaktır. Tıpkı ülkemize yapılan finansal saldırılarda olduğu gibi.

Peki Türkiye’nin Yeni Ekonomi Modeli neden ortaya çıktı?

Yukarıda anlattığım süreçlerin tamamı aslında bahsettiğimiz küresel güçlerle uyumlu olan süreçlerde dengeli bir şekilde gerçekleşti.

Eğer bir güce karşı koymak niyetindeyseniz önce o güce ulaşmalısınız. Türkiye’nin ekonomik ve siyasal anlamda bugüne kadar attığı adımları da buna göre yorumlamamız gerekir.

2013 yılında ülke belirli bir güce ulaştı ve artık ekonomik ve siyasal anlamda zincirlerin kırılması gerektiğine karar verildi. (Bu hamlenin biraz erken yapıldığı kanaatindeyim. Çünkü henüz küresel markaların oluşması, yurt dışı pazarlarda etkinlik yeteri kadar gelişmemişti).

İşte yukarıda da bahsettiğim saldırılar ve hükümete yakın gibi duran hatta hükümetin tam da göbeğinde yer alan birçok kişi ve kuruluşun bir anda muhalif olması da bu karardan sonra gerçekleşmiştir.

Bu kişi ve kuruluşların bir kısmı zaten eskiden beri küresel güçlerle beraberdi ve onların amaçlarına hizmet edebilmek için karşı cepheye geçmeleri gerekiyordu.

Diğer kısmın ise küresel güçlerle mücadelenin sonunun hezimet olacağı şartlanmasıyla karşı cepheye geçmese bile o cepheye cephane taşıdığını düşünebiliriz.

2013 yılından bu yana yaşanan tüm bu ekonomik ve siyasal süreçler ekonomi yönetiminin bir bakıma elini kolunu bağlamıştı. Ülkeye yabancı yatırımcı gelişinin bir anda durması, kredi musluklarının kesilmesi, bazı ihracat ürünlerine açık-gizli ambargolar uygulanması, ülkemizin ve şirketlerin kredi notlarının düşürülmesi, CDS’lerin zirve yapması gibi sıkıntılar maalesef yüksek kur, enflasyon ve refah seviyesinde gerileme olarak sonuçlanmıştır.

Yeni ekonomi modelinde ise bu küresel güçlere boyun eğme değil, tam aksine onlara rağmen yeniden ekonomik olarak büyümek, üretim-ihracat-markalaşma ağırlıklı bir model oluşturmak ihtiyacı hasıl olmuştur.

Bu modelin işleyebilmesi için, geçiş süreci tamamlanana kadar bugüne kadar uygulanan düşük kur, düşük faiz, düşük enflasyon, refah düzeyi yüksek halk politikasını bir kenara koyup, maalesef yüksek kur, düşük faiz, yüksek enflasyon, refah seviyesi gerilemiş halk politikasına dönmek durumunda kalınmıştır.

Özellikle son yıllarda Çin ürünlerine alternatif olma durumumuzun ortaya çıkması bu politikanın uygulanmasında önemli ve olumlu bir etken olacaktır.

Bu geçiş sürecinde yüksek döviz kurunun enflasyona olan olumsuz etkisinin yanında ihracat ve üretime olan olumlu etkisini de düşünmek durumundayız. Aksi durumda düşük enflasyon, yüksek satın alma gücünün yanında bir işsizler ordusu ve ithalata dayalı tüketim dönemine girmiş oluruz.

Aslında önümüzde iki seçenek bulunuyor;

Birincisi, her gün küresel güçlerin villasına gidip onların hizmetçiliğine yaparak karnımızı en kaliteli şekilde doyurarak onların lütfettiği refah düzeyinde yaşamak, ikinci yol ise hizmetçiliği bırakıp belirli bir süre zorluklar, sıkıntılar çekerek sonucunda, villa sahibi olmak. Belki de ileride o hizmetçiliğini yaptığımız villa sahiplerini kendi villamızda çalıştırmak.

Tercih halkın…

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın